Cevizden bir masanın sessizliğinde vakitsiz orta yere dökülüyorken sessizliği bozup iki gözün birbirine değmesiyle alevlenen kavgaların, hayal kırıklıklarının, eksik sevgilerin aktığı bu evde kocaman bir kayıptım. Odaların derinliklerinde, yaptıklarımın pişmanlığı ve hala yapamadıklarımın gayretsizliği, imkansızlığı geziyordu. İnsan hep böyle mi olurdu? Endişeli, yorgun, mutsuz? Bir yolu yok mu bu evden çıkmanın? Dedim. Aslında kendi kendime cevabını bildiğim soruları soruyordum. Sustum.
Sabahları camı aralar gökyüzüne bakıp bir şans dilerdim. İçimde kaybettiğim umut için kocaman bir şans. Sokaklarda mutsuz maskeli insanlar, gelecek kaygısı taşıyan çocuklar, gençler için. Büyük ve karanlık bir kaybın içindeydik. Kendi içlerimizdeki ayıpları örtmeye çalışıyorduk. Ayıptı; mutluluk dilemek daha fazlasını istemek. Her gün karanlık bir sabaha uyanıp pembe bir sabaha uyanmayı dilemek ayıptı. Gözlerimiz o kadar sıkı karanlık bir perdeyle bağlıydı ki karşımıza çıkan güzellikleri göremeyecek kadar kördük. Yaşamak bir iki nefes fazlasıydı bizim için. Yaşamak buna değecek bir eylem değildi. Ne yazık... Sanatçılar resimlerinde, müziklerinde umuttan bahsedemiyorlardı. Yazarlar umutla başladıkları yazılarına hayal kırıklığı, pişmanlık işliyordu. Oysa sanat bizim içindi, bizlerin hayatlarına ışık tutmak içindi. Şimdi ise üzerinde kocaman bir lanet damgasıyla bir cümle kuramayacak insanların kirli topraklarında gömülüydü. Değişir miydi bu düzen? Mutluluk karışır mıydı sulara? İçer miydik kana kana? Bilemiyorum. Hiçbir şekilde sevemediğim ve çalışmadığım dersin zor bir sınav sorusuydu bu. Belki bir gün sevebildiğimde cevaplarım.
Mutluluğa ve umuda karıştığımız bir zamanda, birbirimize mutlulukla bakabildiğimiz günlerde umut demlediğimiz masalara hayal kırıklıkları dökmeden yiyip içtiğimiz, pencerelerimizi umuda sonuna kadar açıp doya doya nefes alabildiğimiz günlere dek savaşmaya, umuda...
ECREN ÇELİK TÜRE